Şemdinli.. ‘Cübbeli Değil Şıh Hacı Reşit Beğ’

12’nci Gün.
Yıl 1992…
90’lı yıllarda Türkiye PKK terör örgütü ne demek göremedi. Bunda hiç şüphe yok ki Özal’ın büyük payı var, bir yanda ‘üç beş çapulcu’ nitelemesiyle gerçek tehdidin küçümsenmesine yol açtı.
Diğer yanda ’bir koyup üç alacağız’ söylemiyle ABD’nin Irak’a müdahalesiyle doğan endişelerin umuda dönüştürerek Çekiç Güç’ün asıl fonksiyonunu örtüledi.
Ben o yıllarda tam da hudut hattındaydım.
Karşımda Çekiç Güç yoktu ama Irak kuzeyinde Barzani bölgesinde PKK terör örgütüne tahsis edilmiş olan koruma altındaki alanlar vardı. Merkezi de Hakurk’tu yani şimdi Türk Ordusunun Pençe harekatını yaptığı bölge.
O yıllarda buraya güvenli bölge değil, ‘36’ncı paralel kuzeyinde uçuşa ve müdahaleye yasak bölge’ deniyordu ama aslında örgüte ayrılmış güvenli bölgeydi tıpkı bugün Fırat’ın doğusuna kaydırılmış olan terör örgütüne yine ABD tarafından kurulan güvenli bölge gibi. Gerçi henüz Suriye’de ilan edilmiş bir şey yok ama görüşmeler sürüyor olmalı, pazarlıklar yapılıyor olmalı çünkü bu bölge Amerikalının Fenike dediği Büyük İsrail’e giden projenin bir parçası.
92 Temmuz’da göreve başladığımda teröristlerin toplam sayısı yirmi bin, sadece Hakurk’ta bulunanların sayısı da yaklaşık beş bin civarındaydı. Düşünün benim tabur mevcudunun anca iki bin olduğunu.
Örgütün merkez üssü olan Hakurk tesadüfen seçilmiş bir alan değildi. Düşünün Molla Mustafa Barzani’nin bu alanda konuşlandığını ve uzun yıllar Irak merkezi hükümetine karşı direniş gösterebildiğini. Hakurk savunan tarafa avantaj sağlayan dağlık bir bölge.
Hakurk’un özelliği sadece arazinin yapısından da kaynaklanmıyor, ötesi var.
Türkiye-İran-Irak üçlü sınırında, kolayca bir ülkeden diğerine geçiş imkanı veriyor. Olası bir kara harekatı sinyalini alan örgüt güneyde Barzani’ye, doğuda İran’a, kuzeyde Türkiye’ye ve batıda Suriye istikametindeki yedek üslerine kolayca çekilebiliyor.
Bu özelliklerinden istifadeyle bölgedeki tüm kaçağı kontrol edebiliyor ve bundan milyonlarca dolar gelir sağlayabiliyor, şimdi de öyle değişen pek bir şey yok, inanın bana her şey aynı.
Ta 2008 yılında Shov Tv siyaset meydanı programında örgütün bu kaçaktan elde ettiği paranın adresini söyledim Kan Uykusu belgeselinde ki bu video hala internette dolaşıyor, bakabilirsiniz.
Peki söyledim de ne oldu?
Hiç, hiçbir şey olmadı, ben söylediğimde örgütün kasası İsviçre’de Kürt ve Dayanışma Vakfı hesabındaydı. Bunu Öcalan davası tutanaklarından öğrenmiştim. Aradan geçti yıllar şimdi ne oldu bilmiyorum ama kimsenin peşinden gitmediğini biliyorum.
Onun için dedim ya oralar şimdi de aynı, kaçak para oluyor, para ise terör, örgütün karışanı yok, peşinden gideni yok, değişen bir şey yok!..
Teröristlerin Türkiye ana giriş noktası Gasto’ydu. Ari Gediği üzerinden Hacıbey Çayına, oradan iple çayı geçiş ve Karakoç mezrasının hemen yanı başındaki Gasto’ya ayak bastığında zaten sınırı geçmiş oluyorlardı.
Sonrası kolaydı tıpkı Efkar Tepesinde anlattığım gibi Gasto’dan sola dönerse Derecik ve Silo Yaylasında pusu, mayın, karakola taciz, oradan Balkayalar üzerinden Basyan yedek üs bölgesine sıçrayış. Zaten arazi sahip olduğu patikalar ve su kaynaklarıyla kendi kilidini kendisi açıyor, patikalar doğal yapısıyla sizi belli noktalara yönlendiriyor.
Gasto’dan giriş yapan bir teröristin kuzeye yönlenirse eğer Karadağ üzerinden geçeceğini, karşısında duran Tekeli köyündeki bölüğümüze saldırı yapabileceğini kolayca görebiliyor, araziyi tanıyorsanız eğer buna karşı göre önlem alabiliyordunuz.
Yok bunu yapmayıp da batıya yönlenirse, Zorgeçit üzerinden Şemdinli Çayını takiben Basyan’a konaklamaya gittiğini tahmin edebiliyordunuz. İşte teröristlerin eylem hedeflerini önceden kestirebilmenin tek yolu bu patikalarının düğümünü çözebilmekten geçiyor yeter ki hangi patikadan hangi istikamete doğru gittiğini bilin, bu size her şeyi anlatıyor.
Tekeli’den yola devam ederse Şemdinli’ye taciz, oradan Beyazdağ, Efkar Tepesinin etrafından dolaşıp Konur vadisi Yeşilbayır korucularına pusu, derken ya Basyan ya Çerçela/ İki Yaka yurt içi üs bölgesinde konaklama diye gidiyor bu iş.
Nereden biliyorsun derseniz, aklın akılla mücadelesi bu, o bizi izliyor biz onları, hani on altı kişilik timler demiştim ya ayak basmadıkları yer kalmamıştı Şemdinli’de. Her patikayı biliyoruz hangi patikanın ne için kullanıldığını da biliyoruz, zaten işin sırrını peş peşe yaşadığımız üç büyük çatışma sonrasında çözmüştük biz. Sonrasında hiç pusuya düşmedik, hiç baskına uğramadık.
Şıh Hacı Reşit Bey’le açmıştık konuyu, yine dağılmadan ona gelelim…
Tarikatın kurucusu Şeyh Halid, biliyorsunuz Şeyh Abdusselam ile birlikte Barzan’dan yola çıkıp Seyit Taha’yı ziyaret için Şemdinli Bağlar Köyüne gelmişti ta iki yüz yıl önce. Düşünüyorum da Hacıbey Çayını geçerek gelmiş olmalı. Çünkü hududu birbirinden ayıran, Irak’la sınırımızı çizen bu çay. Ancak bu Hacıbey öyle her yerden geçit vermez. En zorlu, en korunaklı, en gizli noktası Gasto’dur, bu nedenle teröristler o yolu kullanır. Ama Şeyh Halid terörist olmadığına göre sınırı aşmak için Gasto’ya elbet gitmemişti.
Düşünüyorum da iki yüz yıl öncesini…
Barzan’dan yola çıktığına göre ya Horyürek’ten sınırı geçmiş olmalıydı ya da Derecik’ten. Bir de Umurlu kapısı var ama o uzak üstelik dağlık, olsa olsa Türkiye’ye giriş noktası Horyürek’tir diyorum kendi kendime. Horyürek’ten sonrası ise kolay, Beyyurdu Gediğinden Zor Geçit, oradan Bağlar Köyü tıpkı HDP ile buluşan teröristlerin izlediği yol gibi.
Tarikatın Anadolu’ya çıkış noktası Şemdinli olduğu için buradaki tüm şıhlar şeyhler seyitler doğal olarak Nakşibendi tarikatının Halidiye kolundandır.
İşte sözünü ettiğim Şıh Hacı Reşit Bey de aynı koldandı. Köyü tam Hacı Bey çayının kenarındaydı, adı Horyürek. Şöyle bir gözünün önüne getirmeye çalışın; ortada üçlü sınırın sıfır noktasından aşağıya doğu inen bir çay, Hacıbey Çayı. Irak tarafında Hakurk alanı, Türkiye tarafında ise bizim Horyürek yani Şıh Hacı Reşit Bey.
Düşününüz o yıllarda beş bin kişilik silahlı bir güç Hakurk’ta bulunuyor. Hemen karşısında taş çatlasa yetmiş hanelik bir mezra olan Horyürek yer alıyor. İkisi karşı karşıya. İşin daha beteri Gasto’dan giriş yapan terörist sola dönüp de Derecik’e yönlenirse eğer, Horyürek tam karşısına çıkıyor. Artık gerisini siz düşünün mayın, pusu, baskın, taciz hatta imha.
Benden önce bir karakolumuz varmış Horyürkek’te, adı Samanlı.. .
91’de ilk baskın bu karakola yapılmış, 11 şehidimiz var, 7 askerimiz de kaçırılmış. İmralı’da yatan örgütbaşı bu saldırı için ‘taktiğin açılımı’ demiş.
Ya Mezargediği, Samanlı’nın hemen doğusunda, üçlü sınırdaki?
2010 yılının Temmuz ayında saldırıya uğradı, 11 şehit. Ya onun kuzeyindeki Alan karakolu? Anlatmıştım, 92’de baskına uğradı, 19 şehit.
Ya Aktütün? 22 şehit.
Peki ya Derecik? 33 şehit.
Yükseova’ya açılan Uzunsırt’a gelince, dili olsa da konuşsa sizinle. Hemen yanı başındaki Haruna karakolunun Ateş Yılanı mevkisinde bir komando teğmenimizi şehit ettiler, yıl yine 92. Bu karakollara yapılan saldırıları sayısını belki de bilen kalmadı bu ülkede, öylesine çok saldırı yapıldı ki sayılar unutuldu.
1992 bizim için önemlidir, bugün konuşulmayanların tarihe yazıldığı yıldır.
Gerçi şimdi kimse anlatmıyor o yılı ya bilmediğinden ya da benim anlattığım gerçeklerin ortaya çıkması işine gelmediğinden. Baksanıza TRT’ye çıkarılan Osman Öcalan’dan hiç bahseden var mı?
Hani nerede o uzmanlar, nerede medya?
İşte bu terörist Hakurk sorumlusuydu, saldırıları o yönetiyordu. Ben sadece kendi girdiğim çatışmalardaki şehitlerimizi dile getirip de 74 askerimizin katili dedim ama aslında o çok şehidimizin katiliydi çok.
Sözün kısası Şıh Hacı Reşit Bey Halidi Nakşi şeyhiydi, tüm bu anlattıklarımı biliyordu. Reşit Bey’in daha ilk bakışta beni çarpan iki özelliği vardı; ilki, devletini yanında gördüğü anda aslan gibi kükreyişi, diğeri de Mehmetçik dara düştüğünde canını hiçe sayıp yardıma gelişi…
Devletini yanında görmek ne demek?
Güvenmek demek güvenmek!..
Başına bir iş geldiğinde terk edilmeyeceğine aksine devletinin yardıma geleceğine olan bir inançtır bu. Şimdi bile gün gibi aklımda, göz göze geldiğimizde, bende devleti gördüğüne eminim, hiç kuşkum yok. Ona ‘gel korucu ol, bu teröristlere karşı birlikte mücadele edelim’ dediğimde çok kısa bir an düşünmüş olsa da hemen kabul ettiği zaman anlamıştım bunu.
Ya Mehmetçik Hacı Bey çayını bir operasyon için geçerken dara düştüğünde? Nasıl unutabilirsiniz ki…
Bahara yakın bir ay, üçlü sınırdaki kaynağında buzu çözülen sular şarıl şarıl Horyürek’e akıyor, buz gibi, buz ne ki!.. Çok soğuk çok, daha soğuk öyle ki Mehmetçik suyun ortasına geldiğinde sinirler kaslar dondu, bıraktı kendini akışına suyun, sürüklenmeye başladı, öyle bir sürükleniş ki sonu ölüm.
Ben de sudayım, an be ana görüyorum ama dört beş Mehmetçik bu, gücüm yetmiyor ve onlar gidiyor. İşte o anda Şıh Hacı Reşit Bey sahilde, zayıf, ince, ama dinç ve kuvvetli cüssesiyle çayın kenarında, ayakta, dedim ‘koş’, ‘Koşun yardıma gelin’ dedim. Dememle birlikte sayısını bilemiyorum ama en az altı olmalı, korucular suya atladı, o buz gibi suda kayarak ilerledi ve Mehmetçiklerimizi aldı geldi yanıma ve yürek rahatladı.
Şıh Hacı Reşit Bey bu yönüyle bana Şeyh Mahmud Berzenci’yi hatırlatıyor…
Gazi Paşa takviye olarak Kaymakam Şefik Bey komutasında bir müfreze gönderince, umutlanmış, İngilizlerin sayı ve silah üstünlüğü karşısında tüm gücüyle direnmişti. Gerçi umutları tükendiğinde İngilizlere doğru yanaşmış olsa da Türk askerine karşı asla silah çekmemiş aksine aynı mevzide omuz omuza birlikte savaşmıştı.
Geriye dönüp baktığımda Şeyh Mahmud’un İngilizlere karşı verdiği mücadelenin üç dönüm noktası olduğunu görüyorum; ilki 21 Mayıs 1919 yani Gazi Paşa’nın Samsuna çıkışından iki gün sonrası; İkincisi Kasım 1922 yani Büyük Taarruz, İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşuyla Mudanya ateşkesine giden süreç; Üçüncüsü de Mayıs 1923 ki Cumhuriyetin ilanına giden süreç.
Bu üç dönüm noktasında Şeyh Mahmud Berzenci, İngilizlere karşı can pahasına savaşmıştır, son savaşını da Mehmetçikle birlikte omuz omuza vermiştir.
İşin ilginç yanı Usta Diyarbakır konuşmasında çok şey söyledi; Molla Mustafa’dan Mahabad’a, Kadı Muhammed’den Kürdistan Ulusal Bayrağına ve Tarikata…
Ama nedense bu tarihsel sürecin ilk kilit taşı olan Şeyh Mahmud Berzenci’yi anmadı. Oysaki Haldi Nakşi tarikatının en önde gelen şeyhi ve Kuzey Irak coğrafyasının en güçlü aşiret reisiydi. Kökleri Osmanlı kadar uzanıyordu, o da merhumdu Kadı Muhammed gibi üstelik bugünkü Barzani yönetiminin ilk temel taşıydı ama adı bir türlü Diyarbakır’da düşmedi.
Belki Şeyh Mahmud’un Kadı Muhammed gibi tam bir Rus işbirlikçisi olmayışı, Barzaniler gibi Türk askerine tuzak kurmayışı aksine aynı mevzilerde omuz omuza direnişi, belki İngilizlerin güdümünde Anadolu’da tezgahlanan isyanları desteklemeyişi yüzünden gözden düşmüş olabilir miydi?
Oysaki Şeyh Mahmud Anadolu’daki milli mücadeleyi yakından takip ediyordu, yeteri kadar kuvvetle ve zamanında yanına gidebilmiş olsaydık, belki tarihi de değiştirebilirdik ama olmadı.
Niye olmadı?
İsyan çıkardılar, başta Koçgiri isyanı, ardından Şeyh Said isyanı yüzünden Şeyh Mahmud’a gönderilmesi gereken kuvvetler bu isyanlarla baş etmek durumunda kaldı.
Alın şimdi bu isyanları bir bakın. Türkiye’ye karşı isyan tertipleyenler şeyh, şıh, seyit ama öte yanda İngilizlere karşı Türk askeriyle birlikte savaşan Berzenci de şeyh, teröristlere karşı mücadele eden Hacı Reşit Bey de bir şıh. Bunları nasıl yana yana koyabilirsiniz ki?
Hele ki Bağlar köyünden Şeyh Abdullah hem Seyit hem de Şeyh ama o ne yaptı?
1925 yılında şimdi benim komuta ettiğim Şemdinli Hudut Taburuna geldi, ‘gelin size yemek şöleni vereyim’ diyerek subaylarımızı aldattı, tuzağa çekti ve canlarına kıydı. Babası Seyit Abdulkadir ne yaptı? Diyarbakır’da isyan çıkardı, Musul’u kaybetmememize neden oldu. Koyun yanına Molla Selim, Şeyh Barzani, Şeyh Ubeydullah’ı…
Bu saydıklarımın hepsi Halidi Nakşi tarikatının şeyhleri, şıhları, seyitleri. Şimdi siz bunları aynı yörenin insanı olan Şıh Hacı Reşit Bey’le nasıl yan yana getirebilirsiniz ki, nasıl?
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da beş yüzyıldır hüküm süren aşiret ağaları var, şimdi de var. Tanzimat’la birlikte ağalık beylik sözüm ona kaldırılmış, doğan güç boşluğu anında ağalığın kılık değiştirmiş hali olan şeyhler şıhlar seyitler mollalar tarafından doldurulmuş ve masum insanlarımız hem ağaya bağlanmış hem şeyhe, bugün de aynı.
Burada bizim konu ettiğimiz din üzerinden yükselerek sahip olduğu gücü Cumhuriyete karşı devlete karşı kullanmış olanlar…
Bizim konu ettiğimiz din üzerinden siyaset yaparak sahip olduğu gücü küresel güçlerin çıkarları doğrultusunda bugün Türkiye’ye karşı kullananlar. Bu şeyh de olabilir, ağa da olabilir bakan da olabilir başbakan da cumhurbaşkanı da olabilir artık fark etmiyor. Önemli olan halktan aldığı gücü kime karşı kullandığıdır, makamı mevkisi, kılığı tarikatı, cemaati önemli değil!..
Şıh Hacı Reşit Bey ben Şemdinli’den ayrıldıktan sonra köyünü terk etmek zorunda kalmış. Devletinin yanında yer aldığı için örgüt köyüne saldırmış, yakınlarını şehit olmuş. O da her şeyini toplayıp Gelişen köyüne göç etmiş, son aldığım haberler böyleydi. Sonra dayanamamış olsa gerek, köyüne geri dönmüş ama yüreği onca acıya isyan edince şimdi köyünde sonsuz değin uyuyor, Allah rahmet eylesin…
Şimdi bunları size niye anlattım?
Burada görmeye çalıştığımız tarikatın, dernek, vakıf ve cemiyetlerle şekillenen örgütsel yapısı, finans kurumlarıyla sahip olduğu mali kaynaklar ve büründüğü dinsel motiflerle nasıl bir güç odağı olduğunu anlayabilmek istiyoruz.
Bu olağanüstü güç hem Türkiye’de siyasete yön veriyor hem de küresel projelerde kendine destek bulabiliyor. Tarihten beri bu böyleydi zaten dini motifler bir araç olarak kullanıldığı zaman bu coğrafyada güce dönüşüyor.
Hatırlayınız Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail arasında geçen savaşı ve bu savaşta itici güç olarak kullanılan mezhep farklılığını. Sonrasında bunu Mekke Şerifi Hüseyin’in ihanetinde görüyoruz, Şeyh Said isyanında da hatta hep aynı medyanın Türk Ordusu aleyhine attığı ‘Fatih Camiini bombalayacaktı’ manşetleri altına gizlenmiş günümüz siyasetinde dahi görebiliyoruz. Dini motiflerle bezenmiş yapılar ve kişilikler bunu bir araç kullandığında güç kazanıyor.
Şimdi bunun siyasi ayakla ne ilgisi var, diyeceksiniz, hiçbir ilgisi yok. Daha yolun başındayız. Çizdiğimiz bu resim, Türkiye’de kutsal inançlar üzerinden yapılan siyasetin çok etkili bir güç odağına nasıl kolayca dönüştüğünü bize gösterebiliyor.
Düşünsenize bir Özal, 1949 Eğitim Anlaşmasıyla ABD’ye gidiyor. Dönüşünde tarikata giriyor ardından cemiyetler, finans kurumları, vakıflar ve derken karşımıza önce Başbakan ardından Cumhurbaşkanı Özal olarak çıkabiliyor. Ve Cumhurbaşkanı olduğu yıl (1989) Körfez krizi başlıyor. Bunu ABD-Irak savaşı(1991) izliyor. Özal’ın ABD’ye verdiği destek sonucu da postal öpücü Barzani karşımıza ‘Özerk Kürdistan Bölgesel Yönetim Başkanı’ olarak çıkıyor.
Tüm bunlar tesadüfen oluyor ve bu tesadüfler hiç bitmiyor.
Öte yanda aynı pencereden bakıldığında aynı ABD aynı Irak’a yine savaş açıyor. Savaşı açtığı gün, 20 Şubat 2003’te, bu kez Usta Başbakan oluyor. O da ABD’ye destek veriyor. Bu kez Özerk Barzani, ’Kuzey Irak Federe Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı olarak karşımıza çıkıyor.
Sonrasında Usta da cumhurbaşkanı oluyor tıpkı Özal gibi.
Bu noktada Özal’ın büyüme süreciyle Usta’nın gelişim süreci nedense siyasi sonuçları açısından birbirine çok benziyor. Buradan biz, bu dinsel motifli yapıyı arkasına alıp siyaset yapanların dernek, vakıf, tarikat gibi örtülü çatılar altına girdiğinde nasıl görünmez olabildiğini, nasıl güç kazandığını ve bu güç üzerinden kendisine küresel arenada nasıl yer bulduğunu anlayabiliyoruz.
Hatırlayınız Bekir Bozdağ, 5 Ağustos 2016, yani kalkışmadan hemen sonra ‘göremedik, çok gizli bir örgütmüş bu’ demişti;
‘Herkes şunu söylüyor ‘ya bunları neden görmediniz.’ Cumhurbaşkanımız çıktı anlattı ve milletimizden özür diledi. Bunlar o kadar görülmez bir yapı ki dört gözle değil binbir dört gözle baksanız bazen göremiyorsunuz. Takiye takiye üzerine bir daha takiye, tedbir, tedbir, tedbir, temkin, temkin, temkin. Anasına karşı kendini gizliyor. Babasına karşı kendini gizliyor. Eşine karşı gizliyor. Evlatlarına karşı, komşusuna karşı gizliyor. Herkese karşı kendini gizliyor.”
Böyle demiş olsa da anlaşılan o ki Bozdağ Anadolu’yu hesaba katmamış. Burası Anadolu. Medeniyetler coğrafyası, dinler coğrafyası. Bu coğrafyada yaşamamış bir insan uygarlığını sayamazsınız; Hititler, Sümerler, Akadlar, Urartu, Medler, Persler, Babil, Lidya, Frigya, Asur, Kommagene, Romalılar, Bizans ve biz Türkler…
Yeryüzüne gelmiş insan uygarlıklarından dünya tarihine damga vurmuş olanların neredeyse hepsi bu coğrafyada yaşamış. Ancak bu Anadolu binlerce yıllık yazılı tarihinden aldığı güçle şekillenen tabiatı gereği sırrı sevmiyor, gizliliği sevmiyor. Ardı ardına gelen tesadüfleri sevmiyor.
‘Binbir dört’ kat yer altına da girseniz sizi orada bulup gün yüzüne çıkarıyor…
Erdal Sarızeybek
Araştırmacı Yazar
Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak