Medine Kahramanı.. ‘Fahreddin Paşa’
19’ncu Gün.. Fahreddin Paşa’ya ne oldu?
Başta konuştuğumuz gibi ‘tarihte Kürdistan diye bir devlet hiç olmadı ama günümüze kadar gelen ve coğrafyası Irak kuzeyi olan beş ayrı küresel siyasi proje vardı’ demiştim;
İngiliz Kürdistan Krallığı, İngiliz Sevr, Rus Mahabad, Yahudi Kürdistan ve Amerikalı BOP.
Şimdi bunlar üzerinden yürüyerek, ‘Türk Ordusu neden hedef seçildi’ ve ‘neden bu kalkışma yapıldı, Fetö’nün siyasi ayağı kimdi’ sorularına daha yakın cevaplar arayalım.
Ancak gözlerimizin önüne yeni bir sayfa açılmadan önce yine hatırlatayım…
Her şeyden önce Türk Ordusuna kurulmuş olan bir kumpas var. Bu kumpastan aldığımız derin yaralar var. Türk Ordusunu kendi içinden vurdular. Sadece orduyu değil milleti de vurdular. Bu kalkışma yüzünden acı çeken sivil sayısı askerden de fazla.
Şimdi siz ortaya çıkıp ne yapalım bir numara Gülen’di onu ABD vermiyor, iki numara Adil Öksüz’dü o da kaçtı, diyerek her şeyin üstünü örtmeye hakkınız olamaz. Ya da ‘üç beş’ kişiyi sepete atarak her şeyi örtbas etmeye kalkışırsanız eğer, buna da gözyumulamaz.
Toplum ağır vakayı şimdi böyle kabullenirse daha neler olur hayal edebiliyor musunuz?
En başta ‘siyasi ayak’ dedikleri hala ortaya çıkarılamadığı için tehlike devam ediyor anlamına gelir, bu bir. Fetö’nün iki hedefi vardı, Türk Ordusu ve Cumhuriyet.
Birinci hedefe ulaşıldığı düşünülüyor olsa da şimdi sırada Cumhuriyet var demektir, bu da iki.
Böyle giderse eğer hala ne olduğunu bilinmeyen ‘bu siyasi ayak şimdi kimleri hedef alacak?
Devletin hangi kurumlarını hedef alacak, ‘sıra şimdi kimde’, şeklinde ortaya çıkacak olan endişeler bizi hiç terk etmeyecektir ki bu durumda herkes her kurum tehlikede demektir ki cumhuriyete sahip çıkan yüreklerin bu tehdit ortadan kaldırılıncaya kadar hiç uyumaması gerekiyor!
Yine vurguladığım gibi bu konuda çok yanıltıcı bir algı operasyonu yapılıyor.
Toplumun tüm dikkati ‘siyasi ayak’ üzerine çekiliyor ve kamuoyunda ‘üç beş siyasetçi de’ bu torbanın içine atılırsa eğer, ‘fetö ile mücadele artık sonuçlanır, tehlike biter’ algısı yaratılmak isteniyor. Anlaşılan o ki bu defterin böyle kapatılması düşünülüyor. Ama bu doğru değil!
Her şeyden önce insan aklı soruyor; Türk Ordusunu ve Cumhuriyetini hedef almış bu fetö hangi projenin ayağı ve bu ayağın siyasetteki yeri ne?
Mutlaka bir cevabı olmalı.
Kşullar ne olursa olsun, Türkiye’ye karşı konumlanmış ve şimdi cumhuriyeti hedef almış bu proje ortaya çıkarılmalı ki Türkiye aradığı huzura kavuşabilsin. Bu noktada elbette ki size tarih dersi vermeyeceğim, ancak unutulmuş bazı olayların hatırlatılması gerekiyordu, bu yüzden geriden geliyorum.
Biliyorsunuz ilk büyük harpte bu dünya, Almanya ile savaşı bitirdi. Barış anlaşması yaptı ama Osmanlı ile yapmadı. Bunun yerine ateşkes dediler ve savaş durduruldu.
30 Ekim 1918’te imzalanan Mondros bir barış anlaşması değil savaşı geçici olarak durduran bir ateşkes idi. Ama bu anlaşma ateşkes’e dayanıyor olsa da iş öyle yürümedi.
İngilizler sadece Osmanlı Ordusunu teslim almakla kalmadı, aynı zamanda Osmanlı Devletinin yeni bir savaşa kalkışmaması için elindeki tüm güçlere de elkoydu; harp silah ve araçları, demiryolları, limanlar, askeri mevziler, haberleşme ağları, ikmal, lojistik, gemiler…
Öte yanda…
İran gibi Kaskaslar gibi halen Anadolu dışında olan Osmanlı kuvvetleri Anadolu’ya geri çekilmekle savunması çökertilmiş, tüm merkezi devletlerle bağları kesilmiş, böylece direnme gücü de kırılmıştı.
Hepsi bu da değildi. Bu ateşkesle İngilizlere Anadolu’nun dört bir yanını işgal etme hakkı veriliyor, anlaşmada ‘Altı Vilayet’ adı verilen yerlere özel şartlar uygulanıyordu.
Neydi bu Altı Vilayet?
Yıllar önce Balkan harbi sonrasında imzalanan Berlin Antlaşması, etnik, din ve mezhep farklılıkları üzerinden Osmanlı’nın ayrıştırılması için bir dönüm noktası olmuş, böylece büyük devletlerin müdahalesine zemin hazırlanmıştı. 61’nci maddesi şöyleydi;
‘Babıali, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde yerel ihtiyaçların gerektirdiği reformları gecikmeden yapmayı ve Çerkez ve Kürtlere karşı Ermenilerin huzur ve güvenliğini sağlamayı yükümlenir. Bu hususta alınacak önlemleri (büyük) devletlere bildirecektir ve devletler de alınan önlemlerin uygulanmasını gözetleyeceklerdir.’
‘Ermenilerin yaşadığı vilayetler’ ifadesi zamanla siyasi bir boyut kazandı ve Osmanlı vilayetleri olan ‘Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Mamüretülaziz (Elazığ) ve Sivas’ artık Ermenilerin yaşadığı altı vilayet(Vilayat-ı Sitte)’ olarak anılmaya başladı.
Sonradan bu altı vilayet Sevr’de Ermenistan adını aldı.
Böylesi ağır koşulları kabul eden Saray bir yana, bu anlaşma karşısında komutanların ne düşündüğünü görmek isteserseniz eğer, Erzurum 15’nci Kolordu Komutanı Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir Hanımefendinin sözlerine bir kulak verilmesi gerekiyor.
Daha yakın bir zamanda bir gazeteye verdiği demeçte, babasının yaşadığı en büyük acının Mondros Ateşkes Antlaşması olduğunu söylüyor ve bu acıyı şu örnek üzerinden tarif ediyor;
“Kazım Karabekir, Reşit Paşa gemisiyle İstanbul Boğazı’ndan girdiği zaman gördüğü manzaradan dolayı çok acı çeker. Türk askeri ‘Çanakkale Geçilmez’ diye destan yazmış ama uğursuz bir Mondros Ateşkes anlaşmasıyla Çanakkale geçilmiş.
Hele ki Tarabya önlerinde tanık olduğu bir olay kendisini yürekten vurur. Bir Türk gemisinde, İngiliz zabit Türk zabitine emir verir, ‘Bayrağını indir, yerine İngiliz bayrağını as’ diye. Babam şahit olduğu bu an için ‘Hayatımda hiç bu kadar acı çekmemiştim.’ derdi. Ve orada ‘Tek dağ mezar olana kadar çarpışacağım.’ diye babam yemin etmiş.”
Hani şu Amerikalının ‘Fenike’ dediği bölgeye, anlaşmanın bir maddesi özel olarak ayrılmış.
Böylece getirilen ‘Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’taki kuvvetler en yakın İtilaf Devletleri’nin kumandanlarına teslim olacaktır’ hükmüyle, kutsal topraklar savunmasız bırakılmıştı.
Güney cephesinde ordular silah bırakıp teslim olmuştu ama bir ordu hariç. O da Hicaz Ordusu Kumandanı Fahreddin Paşa.
Mütarekeye rağmen teslim olmadı. İngilizler açısından hiç beklenmedik bir durumdu bu. Fahreddin Paşa Saray’a rağmen teslim olmuyordu.
Peki ne yapıyordu?
Fahreddin Paşa bu kutsal şehri, Medine, savunmaya devam ediyordu.
Saray’ın bu kutsal kenti terk edebileceğini aklından bile geçirmemişti. Hala Saray’ın bu yanlıştan dönebileceğini düşünüyor, bölgesinde yaşanan onca olumsuzluğa rağmen umudunu yitirmiyordu.
Ama iş bu noktaya varınca, savunmayı sürdürmekle birlikte Saray’ı içten içe sorgulamaya başladı.
İnançlarıyla Saray arasında öylesine derin bir uçurum görüyordu ki ‘sesi artık yüksek perdeden çıkıyor ve ‘Mademki bir cariye gibi Mısır’a esir gidecekmişiz, ya beş senedir niçin kan içinde yüzdük?
Niçin ocaklarımızı söndürdük? Niçin bunca aziz kardeşlerimizi kurban ettik?’ diyen iç hesaplaşmasıyla adeta isyan ediyordu.
Öte yanda biraz daha sabır ve Allah’ın yardımıyla bu zor süreçten çıkılabileceğine olan inancını kaybetmiyor ve ordusuna bu yönde verdiği mesajlarla savunmayı sürdürebileceğini düşünüyordu.
Fahreddin Paşa’nın o günlerdeki alt üst olmuş iç dünyasını Feridun Kandemir’in ‘Medine Müdafaası’ adlı eserinden öğreniyoruz.
Bakınız ‘yüreğindeki umut ve öfkeyi dile getiren şu sözlere;
‘’Ey ümmeti Muhammed! Mademki bir cariye gibi Mısır’a esir gidecekmişiz? Ya beş senedir niçin kan içinde yüzdük? Niçin ocaklarımızı söndürdük? Niçin bunca aziz kardeşlerimizi kurban ettik?… Hamdolsun, süngümüz hala elimizdedir.
Dişimizden, tırnağımızdan, aç kalıp bugünlere sakladığımız erzak ise aylarca idaremize kâfidir. Biz Mısır’a esir kampına değil, anavatanımıza gidebiliriz. Asi Şerifler tarafından yağmaya çağrılan ve ellerine bir aslan pöstekisi geçeceğini ümit eden keçi çobanları etrafımızda boşuna bekliyorlar.
Biraz daha tevekkül ve gayret edelim. Sulha kadar düşmanın takazası altında, Mısır’da sürünmekten, orada tahkimatta, yol inşaatında çeşitli angaryalar altında ölmektense, şimdiye kadar bizi aç bırakmayan Allah’ın inayetine sığınarak, burada Peygamberimize misafir olmak elbette hayırlıdır, aziz dindaşlar!’
Bu ifadelerden Padişah da olsa Fahreddin Paşa’nın ‘neden’ diyerek Saray’ı sorguladığını anlıyoruz. Haklıydı.
Sahip olduğu değerleri savunma adına, gerektiğinde aç kalıp ordusuna çekirge yedirmek durumunda kalan bu kahraman Komutanının içine düşürüldüğü ağır çelişkiyi düşündükçe insanın yüreği burkuluyor.
Hele ki bugünleri yaşayan bu gözler dönüp geriye baktığında, onun nasıl bir acı ve öfke içinde olduğunu yakından hissedebiliyor.
Sözün kısası…
Osmanlı külliyen teslim oldu ama o teslim olmadı. Direndi. Saray İngilizlerle anlaşıp da kendisini yalnız bırakınca ne yapsın!..
Ne zamanki Halife Sultan Padişah, ordusuyla birlikte İngilizlere teslim olması için bir irade-i seniye çıkarır ve bunu Fahreddin Paşa’ya gönderir, işte o zaman çaresiz kalıp razı oldu.
Medine’yi 7 Ocak 1919’da yani ateşkesten tam iki ay bir hafta sonra bıraktı.
Ayrılış anını anlatan Feridun Kandemir, Fahreddin Paşa’nın o andaki ruh halini şu sözlerle bize anlatıyor;
‘Fahreddin Paşa’nın Medine’den ayrılıp teslim olmaya gitmesi için, yapılacak başka bir şey yoktu. Makam odasındaki masasının başından kalktı. Dışarı çıktı… ‘Harem-i Şerif’e gidelim’, emrini verdi. Şehre ayak basıldığı anda olduğu gibi, ayrılırken de Harem-i Şerif’e varılmak, Hazret-i Peygamber’e veda ziyareti yapılmak her mümin için bir vazifedir.
Fahreddin Paşa işte bu veda ziyaretine gidiyordu… Fakat bu yollarda, daima sağda ve solda saygı ile selamlayanlara, yüzüne başka bir asalet veren o pek tatlı gülümseyişiyle karşılık vererek geçen Paşa, şimdi ise kimseyi görmeden ve kimseye görünmeden geçmek istiyormuş gibi son derece dalgın ve mahzundu.
Harem-i Şerif’te, öyle bir saat içinde yıllarca yaşlanmış hissini verecek derecede yorgun ve mecalsiz görünerek girip, ağır ağır Ravza-i Mutahhara’ya yaklaşan Fahreddin Paşa, tam Ravza’nın gümüş parmaklığının önüne gelince, bütün bütün kendinden geçer gibi bir halsizlik içinde, el bağlayıp duaya dalmıştı…’
İşte böyle resmediyor olayların bizzat tanığı olan Falih Rıfkı, büyük harbin son yıllarındaki Osmanlı’nın halini.
Halbuki hiç bu hallere düşülmeden bir çıkış yolu vardı.
Mustafa Kemal Paşa geleceği görmüş, dağınık kuvvetlerle her cephede savunmak yerine, Güney cephesindeki tüm kuvvetlerin Şam-Musul hattına çekilmesini ve asıl savunma hattının burada teşkil edilmesini Saray’a bildirmişti.
Ana fikri şuydu;
“ Askeri politikamız bir savunma politikası olmalı. Elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek eri sonuna kadar saklamalıyız. Memleket dışında da bir tek Türk askeri kalmamalıdır. İşte benim düşüncem bundan ibarettir. Bulunduğumuz mevki sebebiyle bunları tasvir etmekle vicdanım üzerindeki yükü atmış olduğuma inanıyorum…”
Ama Saray Mustafa Kemal Paşa’nın uyarılarını dikkate almadı, dinlemedi bile. Bugün düşünüyorum da…
Hayal etmeye çalışıyorum o anki koşulları…
Mustafa Kemal Paşa’nın Şam-Musul hattına geri çekilmek fikri akla ve mantığa uygun geliyor. Çünkü komutanlıkta sıklet merkezi diye bir kavram var. ‘Her yerde kuvvetli olmak isteyen hiçbir yerde kuvvetli olamaz’ diye başlayan bir askeri strateji var.
Bu da Mustafa Kemal Paşa’yı haklı çıkarıyor. Ama Saray bu işte. Mustafa Kemal Paşa’yı dinlemedi.
Ocak 1919’da Fahreddin Paşa teslim oldu.
Önce Hicaz’a ardından Mısır’a sürgün edildi.
Nil kıyısında bir kışlaya yerleştirildi. O sıralar Mısır İngiliz işgaline karşı yeni uyanmaya başlamış, halk kıpırdanıyor, protesto etmek için bahane arıyordu. Medine kahramanı Fahreddin Paşa’nın bu gelişi bir fırsat oldu. Hele ki üniformasıyla sokakta görülünce ‘Yaşa Fahrettin Paşa’ diyerek gösteriler yapıldı.
Ancak bu durum giderek yayılmaya başlayınca, İngilizler Fahreddin Paşa’ya üniformasını artık giymemesini söylediler. Paşa, ‘Ben Harbiye’den beri üniformamı çıkarmadım’ diyerek dirense de olmadı, bir daha Nil kışlasından dışarı çıkmadı.
Fahrettin Paşa yedi ay Mısır’da kaldı. Ardından yargılanmak üzere Malta’ya sürgün edildi. Sonrasını tarihçi Dr. Bilal Şimşir anlatıyor:
“…5 Ağustos 1919’da Fahrettin Paşa, yaveri Teğmen Şevket Ziya Bey ile üç askeri, bu kez Malta’ya sürülür. En fazla Malta’da sürgünde kalanlardan biri de Fahrettin Paşa ve ekibidir. İngilizlerce Ermeni soykırımından sorumlu tutulmaktadır. Medine’de savaşan bir komutanın ‘Ermenilik’ suçu ile lekelenmeleri anlaşılır şey değildir. İngilizlerin cezalandırmak istedikleri her Türk’e, hazır kaftan gibi bu suçu yakıştırdıkları görülmektedir …”
Şimşir’in bu ifadesinde yer alan ‘cezalandırılmak istenen her Türk’e giydirilmek üzere suç yaftası hazırdı’ ifadesi elbet dikkatinizi çekmiştir.
Buradan bir anlamda İngilizlerin her Türk’ü Ermeni soykırımından(?) potansiyel suçlu gördüğünü, fırsatını bulabilse her Türk’ü yargılayabileceğini anlayabiliyoruz. Bakınız bugün Amerikalı Kürdistan projesinin bir ögesi olan Ermeni soykırım meselesi ta nerelerde karşımıza çıkıyor.
Fahreddin Paşa ve Malta Sürgünleri aradan iki yıl geçtikten sonra ki bu kurtuluş mücadelesinin İngilizlere karşı güç kazandığı bir sürece denk gelir, serbest bırakıldılar.
İki buçuk yıllık esaretten kurtulup anayurda dönen Medine Kahramanı Fahreddin Türkkan Paşa, 27 Ekim 1921’de, Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından Afganistan’a Kabil Sefiri olarak tayin edildi. Dört yıl bu görevde kaldı.
22 Kasım 1948’de, İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuştu, şimdi Rumelihisarı Mezarlığında ebedi istirahatgahında yatıyor, Allah rahmet eylesin…
Erdal Sarızeybek
Araştırmacı Yazar
Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak