44. Gün.. Şimdi Türkiye Ne Yapacak’
Filistin’de tam bir insanlık trajedisi yaşanıyor. İsrail vuruyor, hastaneyi dahi vuruyor, dünyanın gözü önünde Filistin halkı katlediliyor, uluslararası toplum dedikleri teşkilatlardan katliamı durduracak bir ses gelmiyor.
Ve Türkiye’de herkes endişe içinde ve merakla bekliyor, Türkiye ne yapacak?
Bu sorunun cevabını bulabilmek için biraz eskilere gidelim..
Biliyorsunuz, terör ve siyaset üzerine yaptığım tüm açlışmaları 16 kitapta topladım ve gelecek nesillere ibret olur düşüncesiyle bu eserleri web sayfalarımızdan yayımlamaya başladım.
Bu kitaplardan biri de Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak.
Bu çalışma ABD ve İsrail’in bölge ülkeleri içinde oynadığı oyunları anlatıyor ve bunun Türkiye’de iç siyasete nasıl etkilediğini açıklıyor.
İsrail bu kitapta ayrı bir bölüm ve 44. Kısımda bakın iç siyasete etkileri neymiş?
Daha en başta konuşmuştuk…
17/25 yolsuzluk operasyonu olarak anılan bu vaka tek başına bir iş değil, aksine birbirine bağlı zincirleme giden bir olaylar zinciriydi.
Son on yılda yaşanan üç darbe arasına koyulduğunda ise ortaya çıkan resim şuydu;
Türk Ordusuna karşı 2007’de başlatılan kod Ergenekon kumpasının yedi yıl sürmüş. Arada 17/25’in ortaya çıkmış. Nihayetinde bu süreç 15 Temmuz kalkışmasıyla son bulmuştu. Resim böyle olunca bu işlerin düğüm noktasının ‘17/25’ olduğu açık.
Çünkü öncesi Türk Ordusunu hedef alan Kod Ergenekon kumpasına gidiyor, sonrası da 15 Temmuz’a dayanıyor. Bu düğüm çözülebilirse eğer bugün toplum hafızasında hala cevap bulamamış soruların aydınlatılabilmesi mümkün olabilir.
Öyleyse yola koyulalım…
Yaşanılan olayların ışığında ilk göz çarpan, Usta’nın bu komplo hazırlığından hiç haberinin olmayışıdır. Bihaber diyorum, doğrudur.
Çünkü MİT operasyonu sonrası yaptığı şu açıklamada bu gerçeği görebiliyoruz;
‘Savcı, benim iznim, Adalet Bakanlığı’nın haberi olmadan böyle bir müdahalenin içine giremez. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın ne getirip ne götürdüğüne bakamaz. Bu, paralel yapılanmanın diğer bir versiyonudur. Kısa bir zaman önce atılan adımın devamıdır’
Aynı pencereden bakıldığında, Devletin istihbarat mekanizmasının da bir şekilde çalıştırılmamış olduğunu görebiliyoruz. Çünkü Usta’nın ‘sır küpüm’ olarak sıfatlandırdığı Hakan Fidan’ın haberi olsaydı, Usta kendine karşı bu operasyona izin -hiç şüphe yok ki- izin vermeyecekti.
İkinci olarak dikkatimizi çeken husus, Usta’nın olaylar karşısındaki şaşkınlığıdır. Öylesi bir şaşkınlık yaşanmıştır ki, meselenin küresel boyutu hiç akla getirilmeksizin Gülen’le bu iş çözülür düşüncesiyle alelacele Fehmi Koru görevlendirilebilmiştir.
Son olarak altı çizilmesi gereken husus ise, başlangıçta Usta ve yakın çevresini hedef almakla kişisel görüntü veren bu operasyonun, işin içine Türk Ordusu, Barzani, İran, Suriye, güvenli bölge ve sığınmacılar girdiğinde, artık Türkiye’nin bir ulusal güvenlik sorunu haline dönüşmüş olduğudur.
Bu üç önemli noktayı böyle not ettikten sonra, olaylara daha yakından bakabiliriz…
17/25’te işin aslı ne oldu?
Türk Ordusuna kod Ergenekon deyip kumpas kuranlar yani Fetö’nün tavan katındakiler bu kez Usta ve yakın çevresine kumpas kurdu.
Meselenin özü bu!
Yolsuzluk yok muydu?
Elbette ki vardı. Burada Zarrab eliyle döndürülen milyar dolarlar söz konusu. Reza Zarrab zaten kendisi bir başına yolsuzluğun sembol ismi. Ancak burada konumuz yolsuzluk ve boyutları olmadığı için daha ötesine geçmiyoruz.
17/25 operasyonlarının nedeni de açık.
Daha geçenlerde tahliye edilip serbest bırakılan ve Türkiye’ye dönüşünde bizzat Damat Bakan Albayrak tarafından havalimanında ‘Hoş geldin kardeşim’ diyerek karşılanan Hakan Atilla/ Halkbank Davasına bakın.
Orada her şey açık.
Mesele, ABD’nin İran’a karşı koyduğu yatırımların Rıza Zarrab ve Halk Bankası aracılığıyla delinmiş olması. ABD zaten bu yaptırımları kendisi için koymamıştı ki, İsrail’i koruyabilmek adına bu işe soyunmuştu. İran’ın nükleer silah üretim faaliyetlerini engellemek istiyordu.
Bakmayın siz Zarrab diyerek, Ebru Gündeş diyerek, kaçak yalı diyerek işi magazinleştirip dikkat dağıtmaya çalışanlara. Onların kimi figüran kimi sahnenin dekoru ama asıl oyuncu İsrail.
Hedefteki İran ise, İsrail’in bu coğrafyada kendi varlığına karşı gördüğü en ağır tehdit. Nükleer silah sahibi bir İran’ın İsrail’i yok edebileceği düşüncesi hep vardı. Şimdi de var.
Yani?
Yani ’İran yaptırımlarını deldiniz’ iddiasıyla davayı açan Amerika olsa da, bu işten asıl rahatsız olan İsrail’dir, ABD’yi bu konuda harekete geçiren de İsrail.
ABD neler yapmadı ki; Rıza Zarrab alındı, Hakan Atilla alındı.
Usta’nın İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile Adalet Bakanı Abdülhamit Gül için yaptırım kararı çıkarıldı. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ve daha birçok bürokrat davaya eklendi. Hatta iş sonunda Usta’nın en yakın çevresine kadar uzandı.
Halk Bankasına kesileceği ileri sürülen milyon belki milyar dolarlık para cezası da tuzu biberi. Üstelik MİT TIR’larıyla yapıldığı ileri sürülen silah sevkiyatı ise daha masada değil!
ABD’nin hamlelerine karşılık Usta ne yaptı?
Rıza Zarrab nerdeyse hain ilan edildi. Mal varlıklarına el konuldu.17/25 soruşturmasını yapanlar, buna izin verenler, adli mülki amir memur ne varsa görevden alındı. Haklarında soruşturma açıldı. Ama kod Ergenekon kumpasını kuran kilit isimler kaçtı gitti. Zekeriya Öz gibi, Cihan Kansız gibi.
Şimdi diyeceksiniz ki ‘bir yaptırım meselesi koskoca Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanını dahi hedef alabilecek kadar büyütülebilir mi?
İşin arkasında İsrail varsa, onun güvenliği ve bekası söz konusu olursa elbette büyütülebilir. Çünkü İsrail bu.
İsrail’i diğer devletlerden ayıran en büyük özellik, Tevrat’ta yazılı ayetlere kökten bağlı bir din devleti oluşu. Siyaseti buna şekilleniyor, hedefleri buna göre seçiliyor. İsrail’e neredeyse tüm dünyadan verilen desteğin altında da bu yatıyor, din.
Bu açıdan baktığınızda , İsrail’in bir din devleti olarak İran’ı kat be kat solladığını söyleyebiliriz.
Belki bizi yanılgıya düşüren İsrail’in görünürdeki 9 milyonluk varlığı olmalı. Ancak iş öyle değil. İsrail Tevrat’tan güç aldığı için kendini Filistin, Lübnan, Suriye, Ürdün ve Mısır arasında sıkışıp kalmış küçük bir devlet olarak görmüyor.
Böylesi küçük bir devlet olarak da hareket etmiyor.
Çünkü en az üç binyıllık tarihsel bir varlığa sırtını dayamış. Bu Amerikalı neden Büyük İsrail demiyor da Fenike diyor. Çünkü mesele İsrailoğullarına gidiyor.
Bakınız İsrail Bayağına, sembolü Davut Yıldızı.
Bakınız devlet nişanına, Yedi Kollu Şamdan.
Bunların hepsi kaynağını Tevrat’tan alıyor. Dolayısıyla İsrail’in dünyaya verdiği mesaj açıktır, Büyük İsrail Krallığı. Yani karşımızda binlerce yıl öncesinden teo-stratejik varlığını toplayıp günümüze gelmiş bir İsrail var.
İsrail’in aşağıdaki milli marşına bir bakınız, o her şeyi açıklıyor;
‘Kalbinin derinliğinde, bir Yahudi’nin gönlü hasret çektikçe ve bir göz Doğuya doğru, Sion’a doğru baktıkça, ümidimiz henüz kayıp değildir. Kendi toprağımızda, Sion ve Kudüs’ün toprağında özgür bir halk olmanın iki bin yıllık ümidi’.
Eğer ki bu milli marşı Tevrat temelinde tercüme ederseniz, Nil’den Fırat’a kadar uzanan coğrafyada, başkenti Kudüs olan bir devlet karşımıza çıkıyor.
Bu devlet bugünkü İsrail değil, Tevrat’ta yazılı olan eski İsrail Krallığının küresel temsilcisi. Pencere böyle açıldığında, İran’ın nükleer silah kapasitesini kendi varlık ve bekasına ölümcül bir tehdit olarak gören bir İsrail’in, neden 17/25 operasyonlarına kalkıştığını anlayabiliyoruz.
Dolayısıyla Ortadoğu’daki her taşın altında İsrail’in olmasa bile, 17/25 taşının altında olduğundan hiç şüphe yok. İsterseniz size küçük bir hikaye anlatayım, belki daha açık bir fikir verebilir…
Binlerce yıl önce İsrailoğulları Mısır’dan çıkar. Sina Dağı’na gelir. Hz. Musa, On Emir derken Çölü aşar ve Amerikalının ‘Fenike’ dediği Kenan diyarına ulaşır. Filistin toprakları aralarında pay edilir.
Bu süreçte henüz bir kralları yoktur. On iki İsrail kabilesi Kahinlerle yönetilmektedir.
‘Bizim de bir kralımız olsun’ derler ve Tanrı’ya yakarırlar. Böylece ilk kral Saul olur ve bizim hikayemiz de burada başlar…
Kral Saul, aralarında pay ettikleri toprakları ele geçirmek için hep savaşır. Amaleklileri yenilgiye uğratır. Hedefi Filistin halkıydı.
Ve bir gün Tanrı, bu Amaleklilere çok öfkelenir. Çünkü onlar İsrailoğullarına karşı durmuşlardı. Bu yüzden onları cezalandıracaktı. Samuel’e seslendi. Bu kararını bildirdi.
O da Kral Saul’u çağırıp Tanrı’nın buyruklarını bildirdi:
‘Tanrı diyor ki, ‘İsrailliler’e yaptıkları kötülükten ötürü Amaleklileri cezalandıracağım. Çünkü Mısır’dan çıkan İsrailliler’e karşı koydular’. Şimdi git, Amaleklilere saldır. Onlara ait her şeyi tümüyle yok et, hiçbir şeyi esirgeme. Kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür.’[1]
Saul hemen ordusunu Telaim Kenti’nde topladı.
Amalek Kenti’ne vardı. Kenti kuşatıp vadide pusu kurdu. Çıkan savaşı Saul kazandı. Halkın tamamını kılıçtan geçirdi. Ama Kral Agak’ı öldürmedi. Bir de onların en iyi koyunları, sığırları, besili danaları ve kuzularını esirgeyip öldürmeyince, gökyüzünden durumu izleyen İsrail’in Tanrısı çok öfkelendi.
Tanrı bu öfkesini Samuel’e anlattı:
‘Saul’u kral yaptığıma pişmanım. Beni izlemekten vazgeçti. Buyruklarımı yerine getirmedi.’
Ve yeni bir kral seçtiğini bildirdi:
‘Yağ boynuzunu yağla doldurup yola çık. Seni Beytlehemli İşay’ın evine gönderiyorum. Çünkü onun oğullarından birini kral seçtim.’
Samuel, çaresiz Beytlehem Kenti’ne gitti. Orada kentin ileri gelenlerini topladı.
İşay ile oğullarını kutsayıp kurban törenine çağırdı.
Son gelen çocuk tam Samuel’in yanından geçerken, Tanrı gökyüzünden seslendi. ‘İşte yeni kral’ dedi:
‘Kalk, onu meshet. Seçtiğim kişi odur!’ [2]
Bu çocuk Davut’tu, Büyük İsrail Kralı olacak Davut.
Hikaye bu.
Buradan biz Tevrat’a göre İsrail’e karşı çıkmanın cezasının ‘yok edilmek’ olduğunu anlıyoruz.
Bu işin Amelekliler yönü, bir de Kral Saul yönü var. Tanrı buyruğu olarak bu yok edilme cezası tümden uygulamayınca, İsrail’in Tanrısı Kral Saul’a kızıyor ve onu görevden alıyor.
Bu da bize, İsrail’i korumak adına verilmiş olan buyrukların ciddiyetini gösteriyor.
Şimdi diyeceksiniz ki ‘17/25’le bu ne alaka’.
Elbette ki Tevrat’ta geçen bu ayeti İsrail’in bir algı operasyonu olarak kullandığı açık. Ancak İsrail gibi Tevrat’a dayalı bir din devleti açısından, yaptırımlara karşı çıkmanın ne ölçüde önemli olduğunu bize gösterebiliyor.
Şimdi şu madalyonu ters çevirip bir de öyle bakalım…
İlginçtir, yoldan çıkanı hizaya getirmek prensibi Halidi Nakşibendi Tarikatında da görülüyor.
Daha ilk yıllarda, Tarikatın kurucusu Şeyh Halid, Halifesi Susi’yi Osmanlı’ya göndermiş. Tarikat bu Susi üzerinden Saray’a girmişti. Saray’daki müridi Şeyhülislam Mekkizade Asım Efendi idi. Sultan II. Mahmud’un karşı tedbirlerine rağmen, Cübbeli’nin bağlı olduğu bu Halidiye kolu halk arasında epey taraftar kazanmaya başlamıştı.
Belki de bu baş döndürücü yükseliş ve gördüğü yüksek iltifattan olsa gerek, bir süre sonra Halife Susi’nin tavırları değişti. Şeyh Halid’in çizgisinden çıkmaya başladı.
Sonunda araları açıldı. Yola gelmesi için Şam’a çağrıldı. Kendisine nasihat edildi. İstanbul’a geri gönderildi. Ama iş yürümedi. Hiç hakkı olmadığı halde Bektaşi mirasına konan Susi, elde ettiği gücü bırakmak istemiyordu.
Tekrar Şam’a çağrıldı ama bu kez nasihat değil, tekdir aldı: ‘Ey Abdulvehhab! İlahi irade seni tarikatımızdan uzaklaştırmayı istiyor.’[3]
Susi’ye görevden el çektirildi ve unutuldu gitti.
Şimdi bu resme Gümüşhanevi Dergahı’nın merkezi Fatih’teki İskender Paşa Camii’ne gidip sohbetlere katılan Usta girdiği zaman, hizayı bozmanın önemi anlaşılabiliyor.[4]
Yürüyüş kolunda hizayı bozanın yol getirildiği bu resimde, bir yanda İsrail, öte yanda tarikat, Usta’nın gerçekten işi zor olmalı.
İşin gerçeği bu 17/25 Usta’nın çok başını ağrıttı çok…
Davanın kilit isimlerinden biri olan Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla daha yeni tahliye edildi. Şimdi Türkiye’de artık. Zarrab’dan bahseden ise hiç yok. İlginçtir Amerika’da da bu dava rafa kaldırıldı. Hani nerede o ünlü ABD savcıları, davadan bahseden var mı?
Peki bu dava bitti mi?..
Hayır. Biten sadece Hakan Atilla’nın yargılaması, asıl dava beklemede. ABD hep söylene gelen belki milyon belki milyar dolar cezayı istediği anda kesebilir. Yaptırımlarla Türkiye ekonomisini vurabilir. Usta ve yakın çevresini de davanın içine çekebilir.
Yaşamadık mı?
Bakanlara bile tutuklama müzekkeresinin kesildiğini görmedik mi?
Doların nasıl zıp zıp zıpladığına şahit olmadık mı?
Davaya konulan olaylara bildiklerimiz ışığında daha yakın bakıldığında ise, İran’a karşı yaptırımların delinmesine yönelik tüm eylemlerin ve bu eylemlere bağlı tüm yolsuzluk iddialarının ABD mahkemesinde taşındığı, ancak MİT TIR’larıyla taşındığı ileri sürülen silah sevkiyatının henüz konu edilmediği anlaşılıyor.
Bu ne demek?..
Usta ile ABD arasında halen yürütüldüğü düşünülen pazarlıklar bir sonuca ulaşamaz ise bu silah sevkiyatı bir gün Usta’nın karşısına çıkacak demek.
Olaylar bunu gösteriyor.
Bu da bize aynı zamanda Usta ve yakın çevresinin bu dava üzerinden hala baskı altında tutulduğunu işaret ediyor.
Şimdi davalar gündemden düşürülmekle Usta’ya rahat bir nefes aldırılmış olduğu görebiliyoruz. Ama ne karşılığında, neyin pazarlığı yapılıyor, henüz bilinmiyor.
Ortada resmen açıklanmış bir şey yok ama siz yine de dikkatinizi Fırat’ın doğusundan ayırmayınız.
Bu mesele Büyük Kürdistan’la başlayıp, Büyük Ermenistan’a oradan da ta Büyük İsrail’e kadar giden yolun bir düğüm noktasıdır. Pazarlık konusu bu olabilir.
Bu aynı zamanda bizi Türkiye’de bulunan 4.5 milyonluk sığınmacının varlık sebebine götürebilir. 15 Temmuz’la sırtından hançerlenmiş Türk Ordusunun daha yaraları sarılmadan apar topar neden Suriye’ye gönderilmiş olduğunu açıklayabilir.
Hatta şu anda tartışması yaşanan Fırat’ın doğusunda güvenli bölge tezgahının perdesini de bize açabilir.
Sonuç olarak bir ABD-İsrail operasyonuyla karşı karşıya kalan Usta’nın, 17/25 sonrasında iki büyük sorunla karşı karşıya kaldığını görebiliyoruz; biri İran politikası, diğeri de kumpasa düşürülmüş Türk Ordusu komuta heyetinin mağduriyeti.
Usta birinci sorunu kendine göre hemencecik çözmüş görünüyor. İran politikasını değiştirdi ve yaptırımları uygulamaya başladı.
Ama sorun çözülmedi ki, 17/25 tıpkısının aynısıyla ABD’nin masa üstünde hala duruyor.
Usta yine kendine göre ikinci sorunu da çözmüş görünüyor. Türk Ordusuna kurulan kumpas böylece açığa çıkınca, ‘Aldatıldık, yanıldık’ dedi. Kumpas dosyasını kapattı. Ama bu sorun da çözülmedi. Çünkü hem yargılama devam ediyor hem de mağdur olan subayların önemli bir çoğunluğu haklarını geri alamadı.
Yani?
Hepsini alt alta koyup topladığımızda, 17/25’ten 15 Temmuz’a sürüklenmekte olan Türkiye’de, Usta’nın mağduriyete uğramış askerlerin görevlerine iadesi ve hakların geri verilmesi sorunuyla baş başa kaldığını görebiliyoruz.
Yine Usta’nın, yaptırım ve silah sevkiyatı üzerinden ABD-İsrail tarafından kıskaca alınmak istendiğini anlayabiliyoruz.
Öte yanda bu sorunlara ilave olarak, dış politika penceresinden bakıldığında Ortadoğu’da Türkiye’nin desteğiyle kurulan ABD hakimiyeti karşısında bozulan küresel güç dengesinin artık Rusya’yı rahatsız ettiğini de söyleyebilmek mümkün.
Bu noktada Suriye, Türk Ordusu, sığınmacılar, güvenli bölge meselesi işin içine giriyor artık.
Gelelim İsrail’e..
Şimdi tüm bu anlatılanlar yan yana getirilip bakıldığında, Türkiye’ye karşı konumlanmış bu küresel projeler hayatta iken ve izlenen siyasetle bu projelere destek verildiği ortaya çıkmış iken, Türkiye İsrail’e karşı tavır alabilir mi?
İşte mesele bu.
Kitap: Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak’
[1] Tevrat/ Samuel Bölüm 14
[2] Tanah/ 1. Samuel, Bölüm 15.
[3] Necmeddin B. Muhammed Nakşibendi, Altın Silsile, s. 329, Semerkand Yayınları, Mart 2011 İstanbul.
[4] Soner Yalçın, Kayıp Sicil, s. 52, Kırmızı Kedi, Yayınları, 2014.