21’nci Gün.. ‘Türk’e Düşmanlık Nereden Geliyor’

Hatırlıyorum da Nazlı Ilıcak ile Usta bir televizyon programında söyleşiyor.
Ilıcak soruyor, Usta cevap veriyordu.
Mesele nihayetinde Falih Rıfkı’nın Zeytindağı’nda anlatmak istediği ‘Türk olmak’ konusuna geliyor. Usta’nın cevabı aynen şu oluyor:
Bu konuşmaya gazeteci yazar Emin Çölaşan tanıktır; aşağıdaki sözleri Tayyip söylüyor :
‘Türk olma noktasında, Türk’üm demekten gocunmayan da ben Türk’üm der.’
Çölaşan şöyle devam ediyor;
“Bu cümle bir ibret belgesidir. Türk olmayı, milletimizin biricik sözcüğünü ‘gocunulacak’ bir şey gibi sunmaya kalkışıyor. Demek ki Türklüğü ancak gocunmayacak (!) olanların kullanacağı bir kimlik olarak görüyor.
Türk olmayı küçümsüyor, hafife alıyor. Böyle bir olayı bugüne kadar Türk tarihi yazmadı. Bu sözleri hiç kimse söylemedi. Özellikle ‘Türklük, Türk olmak’ gibi kavramlar Tayyip’e her zaman ters geldi.
Dikkat ediniz, her gün ortalama iki nutuk atan bu şahsın ağzından hiçbir gün ‘Ben Türk’üm, biz Türk’üz, Türk milleti’ gibi kavramları duyamazsınız.
Onun kafasında olan, ancak geleceğini bildiği büyük tepkiler nedeniyle sık sık gündeme getirmekten çekindiği ‘Türkiyelilik’ gibi anlamsız, ne idüğü belirsiz bir kavramdır!..”
Bir yanda TRT’de şehitlerimizin katili, bir yanda bu, ne demek şimdi bu?
Usta’ya göre, sanırsınız gökyüzünde dalgalanan bayrağın adı Türk Bayrağı değil!..
Şehitlerimiz son yolcuklarına uğurlanırken tabutlarına sımsıcak sarılan bayrağın adı Türk değil!
Soralım o zaman, bu devletin anayasası ‘Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusunda; diye başlamıyor mu?
Türk olmaktan kimmiş gocunacak kim?
Daha ne diyeyim…
Ekranlarda ‘Türk’ adı kalmamış, ‘Türk’üm’ diyenler horlanıyor.
‘Ne Mutlu Türk’üm’ diyenler yalnızlaştırılıyor.
Ülkeyi yönetenler millet diyor, milletim diyor ama bir türlü bu milletin adını söyleyemiyor. ‘Türk Milleti’ diyemiyor, dili varmıyor dili.
Şimdi biz yanmayalım da kimler yansın, nasıl dayansın bu yürek?
Hatırlıyorum da Şemdinli’de görev yaptığım yıllarda Alan karakoluna yardıma giderken aracımıza pusu kurmuşlar, yola çok güçlü mayın döşemişlerdi ve patladı…
İyi ki diyorum patladı. Patladı da bu kulak çınlıyor yoksa kim hatırlatacak bize o yılları, yaşanılanları, şehitleri, toprağı, vatanı, bayrağı. Gömdük acıları yüreğimize kendi kendimize konuşur olduk artık…
Demin size Usta’nın ’Türk olmaktan gocunmuyorsanız kendinize Türk diyebilirsiniz’ ifadesinin geçtiği Ilıcak ile arasındaki söyleşiyi anlatırken Falih Rıfkı’nın ‘Türk konusu’ demiştim.
Yeri geldi, onu biraz açalım. Konu şuydu;
Falih Rıfkı Osmanlı’nın Arap yarımadasındaki varlığının perde arkasını anlatırken ‘Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı idi’ diyor ve Osmanlı’nın Mekke ve Medine’yi koruyabilmek için ne denli ağır bedeller ödemiş olduğunu şu sözleriyle dile getiriyordu.
Bugün bu bize ibret olmalı;
“…Ne Medinesi?
Bir gün aşağı geçecek bir kıtayı selamlamaya inmiştik. Tren varken, Adana’dan beri yayan yürümekte idiler. Üç bin kadar zayıf, soluk ve üstü başı yıpranmış Türk çocuğu, yorgun argın önümüzden geçtiler. Biliyor musunuz, nereye gidiyorlardı, Aden’e! …
İmparatorlukların sanatı sömürge ve milliyet işlemektedir. Osmanlı İmparatorluğu, Trakya’dan Erzurum’a doğru, koca gövdesini yan yatırmış, memelerini sömürge ve milliyetlerin ağzına teslim etmiş, artık sütü kanı ile karışık emilen bir sağmal idi …
Halep’ten Aden’e kadar süren o koca memlekette bir Arap meselesi vardı zannetmeyiniz. Arap meselesi denen şey Türk düşmanlığı idi…
Filistin için tehcir(göç ettirme), Suriye için tedhiş( zor kullanma) ve Hicaz için ordu kullandık. Yafa kıyılarında Balfour’un beyannamesini bekleşen hesaplı Yahudiler, bu uğurda kafa değil, bir portakal bile feda etmediler. Hicaz ayaklandı, Suriye ise sustu…”
Bana sorarsanız Usta’nın ‘Türk olmaktan gocunmuyorsanız kendinize Türk diyebilirsiniz’ ifadesiyle ortaya koyduğu bu aşağılama teo-stratejik bir algı operasyonudur ve bunun tarihsel bir derinliği vardır.
Türkiye’yi bugünlere adım adım getiren tarihsel sürece yakından bakıldığında misyonerlerin özellikle Osmanlı tebası üzerinde ‘etnik, dini, mezhepsel’ ayrıştırma faaliyetlerinin oldukça etkili olduğunu görülüyor.
Misyoner kısaca ‘Hıristiyan olmayan toplumlarda bu dini yaymaya çalışan, bununla görevli kimse’ tanımlanıyor. İşin içine din ve mezhep girince bu kez karşımıza teo-stratejik oyunlar çıkıyor. Akademik dilde bu oyunlar, insanların inanç biçimleri üzerinde oynayarak bunu güce dönüştürme sanatı olarak ifade ediliyor.
Size daha önce sözünü ettiğim alanında önemli bir akademisyen olan Prof. Dr. Nadim Macit, ‘Teo-Stratejiler ve Türkiye’ adlı eserinde özellikle Osmanlı-Rus harbinden sonra Müslümanların misyonerlerce hedef alındığını ve misyonun ‘Eşit haklara dayalı çok milletli Osmanlı devleti inşa etme’ şekline dönüşerek dini azınlıkların Müslüman halk üzerinde hakimiyet kurmaya çalıştığını açıkladı.
Bu şekilde kendine yön veren teo-stratejik oyunun uygulanışı içinde belki de en ağırının, Türklere yönelik ‘aşağılayıcı’ temaların kullanılması olduğuna dikkat çekti.
Dr. Macit siyasi propaganda aracı olarak aşağılama, üstünlük sağlama ve saldırma temalarının kullanıldığı bu sinsi stratejiye, şu örneği veriyor;
“Ünlü Amerikan Misyoner Tillman C. Trowbridge Anadolu’da yaptığı gezinin notlarında şöyle der;
‘Türklerin gerek insan olarak kendileri gerekse tüm toplumsal kurumları ilkeldir. Bunun bir nedeni ırksal ise bir nedeni de dinseldir. Türkler Hıristiyanlaştırılmadıkça ve tüm kurumları Batılılaştırılmadıkça kurtuluş yoktur. Kurtuluşun yolu Osmanlı İmparatorluğu’nu Protestanlaştırmak ve özgürleştirmektir’.
Batılılaşma ve Hıristiyanlaştırma örtüşmesine dayalı kurtuluş misyonunun Türk Milleti’ni nitelemek için seçtiği kavram ‘ilkel’dir. Böyle bir aşağılamanın karşısına ‘bu ülkenin Anglosaksonları Ermenilerdir’ öncülüğünün koyulması gerçek niyetin ne olduğunu gösterir.
İslam coğrafyasına yönelik uygulanan bu teo-stratejik model, esasen iki ana çizgide sürdürülüyor. Biri, kilise, okul, hastane ve benzeri kurumlar, diğeri ise diplomatlar ve özellikle yabancı devletlerin konsoloslukları.
Her iki ana çizginin buluştuğu nokta; Batı kültürünün ve mesiyanik ideolojinin kalıplarına uygun zihniyet inşa etmek şeklinde ortaya çıkıyor.
Bu nedenle misyon örgütleri, 1830’dan itibaren, Beyrut’tan başlayarak eğitim ve öğretim ağı oluşturmak için harekete geçtiklerinde irtibat kurduğu kişilerden biri de Seyit Taha.
Macit bu misyona İsrail’i de ekleyerek şöyle diyor;
‘ Nesturilerin İsrail’den kopan ve kaybolan bir kabile olduğunu kanıtlamaya çalışan Protestan Misyonerler, Nakşibendi Tarikatı’nın saygın isimlerinden bir olan Taha Nehri (Seyit Taha) ile irtibat kurmuşlardır.’
Bu Seyit Taha, Şemdinli Bağlar köyünden Nakşibendi Halifesi Büyük Seyit Taha’dır, torunu küçük Seyit Taha ise Türk düşmanlığı üzerine kurulmuş olan Taşnak Hoybun çetesine İngilizlerin himayesinde evini açan kişidir.
Şimdi Usta’nın ‘Türk olmaktan gocunmuyorsanız kendinize Türk diyebilirsiniz’ ifadesi üzerinden Fetö’nün aranılan siyasi ayağına bakıldığında, ‘neden Türk Ordusu’ sorusuyla birlikte ‘neden Türkler hedefte’ sorusuna da bir cevap bulmanın gerektiği ortaya çıkıyor…
Kitap:
Usta’nın Göremediği Siyasi Tuzak